romancı, yazar
HAKKINDA YAZILANLAR
Tölögön Kasımbekov
(1931-2011)
Kardeş Kalemler
YIL: 5 / SAYI: 57 / Eylül - 2011
Çağdaş Kırgız edebiyatında kendine has tarzıyla farklı bir yer edinen, Tölögön Kasımbekov, 1931 yılında Oş ili Canıcol( Yeniyol) ilçesine bağlı Akcol köyünde doğdu. 1949 yılında liseyi, 1957 ylında Kırgız Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesini bitirdi. Okul yıllarında tarihe ve edebiyata olan ilgisi daha gençlik dönemlerinde onun edebiyat meydanına inmesine en büyük sebep oldu. “Kiçinekey Cılkıçı (Küçük Yılkıçı)” (1956) adlı ilk hikayesinin ardından, “Küyüt (Keder)”, “Ene (Anne)” hikayeleri yayınlandı. “Tuulgan Cer (Memleket)” (1958) hikayesi onun asıl yazarlığa başlangıç eseri olarak kabul edildi. Ancak, yazarlığını güçlü bir şekilde kabul ettirmesi 1960 yılında yayımlanan “Adam Bolgum Kelet (Adam Olmak İstiyorum)” hikayesiyle oldu. Bu hikâye yazarın bin bir türlü zorluğun ve yokluğun kol gezdiği üniversite yıllarında yazılmış olup, yazarın annesinin her türlü zorluklara rağmen oğlunu okutma azminin ürünü olarak da önem kazandı.
Sovyet Kırgız edebiyatında, T. Kasymbekov, tarihi roman ustası olarak tanındı. Onun “Sıngan Kılıç (Kırık Kılıç)” adlı tarihi romanı, zamanında SSCB halklarının dillerine ve İngilizceyle birlikte dokuz dile çevrilip yayımlandı. Bu roman yayınlandığı günlerde büyük yankı uyandırdı. Roman aynı zamanda, SSCB ve Kırgız SSC’nin yakın tarihine ışık tutan bir arşiv çalışması olarak ün yapmıştır. Yazar bu romanı yazarken, tamamen gerçek olay ve kahramanların hayatlarından yola çıkmış, Bişkek, Moskova, St. Petersburg ve Taşkent’teki arşivlerin tozlu raflarında çürümekte olan belgeler arasında 35 yaşındayken, geceli gündüzlü bir çalışmanın sonunda çalışmasını tamamlamıştır. 1986 yılında yayımlanan “Kel Kel (Gel Gel)” tarihi romanı da yazarın geniş yankı uyandıran eserlerinin arasında yer aldı. Yazar, son olarak önceki tarihi romanlarının tamamlayıcısı olarak, “Çapkın” (Akın) ve “Baskın” tarihi romanlarını yazdı. Yazar, günümüz Kırgız Edebiyatı’nın rahmetlik Cengiz Aytmatov’dan sonra Dünya çapındaki temsilcilerinden birisi olarak bilinmektedir. Aşağıda, yazarın ilk eserlerinden biri olan Tuulgan Cer (Memleket) hikâyesini okuyucuların dikkatlerine sunmak istiyoruz.
Eserleri:
Cılkıçının Uulu (Yılkıcının Oğlu), Kysa hikayeler-1956, Bişkek
Tuulgan Cer (Memleket), Hikayeler- 1958, Bişkek
Adam Bolgum Kelet (İnsan Olmak İstiyorum), Hikaye- 1960, Bişkek
Sıngan Kılıç (Kırık Kılıç), Tarihi roman- 1966, Bişkek
Sıngan Kılıç (Kırık Kılıç), Tarihi roman- 1971, Bişkek
Cetilgen Kurak (Gençlik), Hikaye, tarihi piyes, vecize, roman- 1976, Bişkek
Ak Kızmat (Hak Hizmet), Tarihi deneme-1980, Bişkek
Kel-Kel, Tarihi roman- 1986, Bişkek
Mayıs ayının ortalarıydı. Tam öğle vakti, yalnız başıma Aksu tarafından gelmekteydim.
Çevrede irili ufaklı dağlar, bin bir türlü çiçeklerin salındığı kır, yeşil çayırlar, iğne atsan yere düşmeyecek sıklıktaki çalılar yer alıyor. Her yerde gururlu bir şekilde beyaz çiçekler, ceviz ve huş ağaçları boy gösteriyor. Ta uzakta ucu masal kahramanlarının mızrağı gibi sivrilen çam ve ardıç ağaçları göze çarpıyor. Meyve ağaçları da en az orman ağaçları kadar bol buralarda.
Yol eğri büğrü ve inişli yokuşlu. Atım yavaş yavaş gidiyor, adımlarını attıkça ritmik ses çıkarması ve arada bir başıyla iki böğrünü sıvazlamaya ve başını sallayarak at sineklerini kovmaya çalışması benim için ayrı bir seyir haline geliyor. Epey yol gelen atımın terlemiş olacağı aklıma geldi. Sağrısını yokladığımda eti hâlâ diriydi ama gem vurulan ağzı köpüklenmeye başlamıştı.
Kulağıma bülbül sesleri geliyor. Kuşların şarkı söylercesine makamlı şakımasını dinliyorum. Kanatları mavimsi iri kelebekler arada bir etrafta uçuşuyorlar, arılar sarı akasyaların gülüne doğru akın edip, aralıksız vızıldayarak işlerini yapıyorlar, aralarında bazılar yukarı doğru hareket edip, sanki aceleleri varmışçasına uçarak gözden kayıp oluyorlar.
Ben de artık can sıkıntısından, dil ucuyla şarkı söylüyorum. Arada bir eğilip atın yelesine bakıp, düşünceye dalıyorum. Geçip giden olaylar aklıma geliyor ve sanki gözümün önünde resm-i geçit yapıyorlar. Başımdan geçen olayları hatırladıkça, atımı kamçılayıp hızlandırıyorum ve kendi kendime, ‘vay anasını, tam bir çocukmuşum o zamanlar!..’ diyerek içimden biraz da olsa pişmanlık duyuyorum.
Yolum nihayet Burçuke’nin güneş düşmez vadisine ulaştı. Şarıldayarak akan berrak çay ve kenarına dizilmiş her birinin dalları göğe ulaşmak istercesine uzanmış söğütler, cevizler, huş ağaçları hatta dut ağaçları bulunuyor. Üzümlerin dalları sarmaşıktan daha sık bir şekilde ağaçların başlarına doğru uzayıp gitmiş. Dibinde biten otların haddi hesabı yok. Nane kokusu diğerlerinden ayrılıyor. Yaban çilekleri böğürtlenle birlikte boy atmışlar. Başı meyve ile dolu dut ağacının yanına gelince attan indim ve suya girip iyice bir serinlenmeye niyetlendim. Ancak tam o sırada sol tarafa bir köpek havlaması duyuldu. Biraz ilerleyip bakınca gördüm ki, az ileride bir boz üy (Kırgız çadırı) var, yanındaki mart ayından kalma küçük kulübe ile birlikte. Onun az ilerisinde tepenin eteğine yayılmış vaziyette keçiler otluyorlar. Çadırın önüne çamaşırlar asılmış. Kulübe ile evin arasında küçük bir çardak üzerinde kurumaya bırakılan kurut (kuru çökelek) serilmiş.
Oraya doğru giderken, beni görür görmez, ‘Öyle şey mi olur, ben bu adamı nasıl bu tarafa geçirebilirim!’ dercesine havlayarak bir kabarık tüylü it çıka gelmez mi? Şöyle bir bakınca, sanki beni atımla birlikte kapıp öte fırlatacak gibi azgın ve güçlü göründü. Ben gülümsedim ve onu önemsemeden, atımı eve doğru mahmuzladım, ayran falan içip, biraz dinlendikten sonra yola çıkmayı düşünerek. Kırgız değil miyiz, sağımız solumuz belli olmaz! Ağzını açabildiği kadar açıp, sırıtırcasına dişlerini gösterip, havlamaya devam eden azman hayvan, her nedense bana müsaade eder gibi oldu ve aniden arkamıza geçerek atımın kuyruğuna doğru hamle yaptı. Ne yapacak acaba diye, dizginini biraz çektiğim yorgun atım, yorgunluktan kulağını bile oynatmadı. Böylesi bir durumla karşılaştığında sineklenen bir at olsa, çoktan o ite iyi bir tekme savurmuştu. Ama benim doru atım istifini dahi bozmadan yürümesine devam etti. Yedi dedesinin öcünü almak istercesine, senin it olanca gücüyle atın kuyruğunu çekmeye ve bir hınçla ısırmaya devam etti. Arkama dönüp kamçı salladım ama ulaşmadı.
Ev tarafından bir kadının silueti göründü, ‘bu kim acaba’ dercesine biraz baktı ve ben biraz yakınlaşınca birilerine haber vermek istiyor gibi arkasını dönüp gitti.
Ben şöyle bir öksürüp, işaret vermek istedim ve atımı kamçılayıp sürerek, cesaretli bir şekilde ‘deh!’ dedim ve tezeklerin oluşturduğu ufak tepeye vardım. İt iyice hırslanarak atımın önüne geçti ve atın burnundan kapmak istercesine iki ayağı üzerine dikildi ve hiddetle ulumaya devam etti.
- Hoşt! Git hadi! Evin içinden hırıltılı bir ses duyuldu. Üzerini silkeleyip, üstünü başını düzelterek, beli bükülmüş bir ihtiyar kadın dışarı çıktı.
- Hayırlı günler! dedim.
- Sağ olasın!.. Sen kimsin?..
- Ben… dedim yavaş bir sesle, bakışımı ondan çevirmeden. Beri geldi.
- Defol haydi! Yapışkan hayvan! Diyerek itini azarlayıp kovaladı. Sonra kısık gözleriyle dik dik bana baktı.
- Kimsin sen?..
Ben onu tanıdım. Bizim köyde Mamırbay adında bir adam vardı. Onun hanımı imiş.
- Seyde Ana, beni tanımadın mı? dedim gülerek. Ben Tilegen’im ya!
O ise dikkatli bir şekilde beni süzmeye devam etti. O zaman kısık gözlerinden, güneşten yanan buruşuk yüzüne doğru belli belirsiz bir yumuşamanın işareti yayıldı.
- Amanın! Evladım! İhtiyarlık işte!.. dedi ve çevik bir hareketle atımın dizginlerini tuttu. Sen miydin, yavrum?.. İn haydi!..
Ben attan inip, Seyde Anamın halini hatırını sorarken, evden sülün yavrusu gibi zayıf ve kısa boylu bir ihtiyar kadın çıka geldi. Maymunun gözleri gibi küçük ve çekik gözleriyle beni süzüp, selamımı ağzını yavaşça kıpırdatarak almış oldu ve başıyla işaret etti. Yaşı yetmişten geçmiş gibi ama hâlâ dinç görünüyor. Yürürken eğilmiyor, beline oğlak postu bağlamış. Bu ihtiyar kadın Seyde Anamın annesi idi.
Tam o sırada, oynadığı yerden, evin öte tarafından on bir yaşlarında bir esmer çocuk hoplayarak geldi:
- Aaa!.. dedi beni görür görmez ve koşarak gelip kollarını açarak kucağıma atladı. Tilegen ağabey!..
Ben onu koltuğunun altından tuttum ve yukarı kaldırıp, yanaklarını öptüm, okşadım.
- Satış!*.. Artık kocaman adam olmuşsun be! diyerek alnını sıvazladım.
- Ah, kanın çekmesine baksana!.. Sülün yavrusu gibi zayıf ufak ihtiyar kadın başını sallayarak dudaklarını oynattı. Babası dirilip de gelmiş kadar sevinmedi mi?!..
Seyde Anam, torununun böyle sevindiğini görünce, biraz morali bozulmuş şekilde baktı ve gözlerinden yaş akar gibi oldu. Eski minderi sürükleyip getirip, dut ağacının gölgesindeki sedirin üzerine yaydı.
- Otur, kurban olayım, dedi bana sevgi dolu ses tonuyla. Göz ucuyla baktığımda gördüm ki, evin içiyle, önündeki küçük odanın içi boş değildi, içeriden bir ahır dolusu oğlağın durmadan geviş getirirken çıkardığı ses gibi hışırtı geliyor. Meğer o hışırtı ipekböceklerinden geliyormuş. Dutun yapraklarıyla iyice doyan kurtlar, şişip şişip iyice tombullaşmışlar. Bazıları kasanın içinde yukarı doğru çıkmaya çalışıyorlar, başlarını sağa sola sallıyorlar. Koza yapma mevsimleri gelmişe benziyor. Bu arada ipekböceklerinin varlığından dolayı, ortalığa farklı bir koku yayılmaktaydı.
Satıkul bir dizime dirseği ile dayanarak yere oturdu ve iri gözlerini ikide bir açıp kapayarak, yüzüme bakıp aklına gelen şeyleri sormaya başladı:
- Tileğen ağabey nerden geliyorsun?
- Kara Köndöy’den. Ben orada öğretmenim ya.
- Ha… dedi, Satıkul şaşırarak. Ya şimdi nereye gidiyorsun?
- Kendi köyüme, Satış. Akcol’a gidiyorum. İlçede de biraz işim var.
Satıkul yerden bir otu kopararak iki eliyle tuttu ve onun ucunu dişleyerek, susup yere baktı. Bir düşünceye girdiği belli idi. O sırada Seyde Anam, metal tasa ayran doldurup getirdi. Tam olgunlaşmamış duttan toplayarak bir tabağı silme doldurup önüme koydu. Karadut, ala bula olmuştu, arasında iyice kızaranları da vardı. Ben soğuk ayrandan birkaç yudum aldıktan sonra Satıkul’a uzattım:
- Gel Satış, ayran iç!
O ayrana bakmadı bile. Yamalarla dolu, çok giyilmekten dolayı güneşten iyice solan eski gömleğinin dut şırası ile kirlenmiş ucunu tutarak:
- Ben de seninle geleceğim!.. diye seslendi.
- Sen nereye gideceksin? büyükbüyük annesi ona sert sert baktı. Büyüklerin sözünü dinleyeceğine ne dırdır ediyor bu?..
- Akcol’a… dedi, Satıkul. İhtiyar kadın çocuğun ne dediğini daha yeni anladı:
- Ne!.. dedi yüksek sesle. Yolcunun ardından gidip sahipsiz kalma da! Sen gidersen burada ninen ne yapar… Çok konuşup, mırın kırın edeceğine ağabeyinin sunduğu ayranı içsene!
Satıkul boynunu omzuna doğru eğdirip omuz silkti ve burnunu çekip, kaşlarını yukarı kaldırarak ninesine baktı:
- İçmiyorum…
- Ağabeyin iç diyor ya.. iç oğlum, hadi iç!.. Satıkul iyice öfkelendi ve ayranı hışımla içti.
- Amaaan, öte git oğlum!..
Boşalan kabın kenarını parmağıyla silip, dibinde kalanı yudumladıktan sonra Seyde Ana:
- Annen nasıl iyi mi? diye sordu. Ha bu arada.. Duttan ye oğlum…
- Annem Akcol’da. Sağlığı yerindeymiş çok şükür. Üç aydan beri ben de görmedim.
- Ha, doğru. Kara Köndöy tarafından geliyorum demiştin ya!..
Eyeri çözülüp, terliği indirilen atım, ara sıra kuyruk sallaması dışında, uyuklarcasına büyük cevizin gölgesinde bekledi. Biz, birbirimizin halini- hatırını sorup, dertleşerek epeyce oturduk. Seyde Anamın Akcol Köyü’nden buraya göçmesinin üzerinden üç yıl kadar geçmiş. Bunun bir sebebi, Mamırbay öldükten sonra Aksu’daki kardeşi Tökönali’ye bakmak içindi. Bu günlerde dutu bol olan bu civarda ipekböceği besleyerek, günleri geçirmekteymiş.
Ben yavaş yavaş kalkmak istedim. Satıkul, elbisemin ucundan tutup benimle birlikte adımlamaya başladı:
- Ben de gideceğim!..
- Oğlum, sen nereye gidiyorsun! diye bağırdı zayıf büyükbüyük annesi. Evin buradayken… Varıp köyündeki yıkılmış evini mi yapacaksın?
- Haydi bırak yavrum… dedi annesi de.
Ben saçını okşadım ve ilgisini başka şeylere yönlendirmeye çalıştım:
- Satış, sen artık kocaman bir yiğit olmuşsun. Akcol’a daha sonra kendin gidersin! Annen, gitme diyor ya, onu dinlemezsen üzülür sanırım! dedim. Ancak Satıkul’un söz dinlemeye hiç de niyeti yok gibi duruyor. Hıçkırarak ağlamaya başladı:
- Gideceğim. Ben de gideceğiiim!...
- De haydi öte git oğlum. Bir şeye hayır deyince ısrar etmesen ne olur sanki! Büyükbüyük annesi onu korkutmak için bağırarak konuşup, elinden tuttu. Seni akılsız çocuk!..
Ben atımı bağlı olduğu yerden çözdüm. Satıkul elbisemin ucuna yapıştı, bırakmıyor. Bu sırada annesi her nedense sesini çıkarmadan bekledi.
Sadece büyükbüyük annesi boşa uğraşıyor, kızıp öfkelenerek çocuğu öte çekiyor, Satıkul ise ona uymamakta kararlı bir şekilde, boşta kalan eli ile yumruk yapıp, gözyaşlarını silip, büyük bir gayret ile benim olduğum tarafa doğru gelmek için çabalıyor. Ne yapacağımı bilemeden iki arada bir derede kaldım. ‘Boşuna uğraşma, ben seni götüremem!’ diyerek, kan-ter içinde kalan çocuğu öte mi itsem, yoksa ‘Yeğen akraba olmaz, boyun derisinden kürk olmaz, onun için siz bu çocuğu tutmak için boşuna uğraşmayın!’ diyerek ihtiyar kadını uyarıp, isteğini yerine getirmemesi için kırsam mı?.. İki tarafın hangisine uyacağıma karar veremedim!.. Bu sırada uzun süre öfkeyle karışık ağlayan Satıkul, beklenmedik bir şekilde büyükbüyük annesinin buruşuk elini ısırdı.
- Oy eliiim!.. Allah belasını vermeyesice!.. İhtiyar kadın elini sallayıp, çocuğu eliyle arkaya itti. Dişlerinin izi çıktı!..
Annesi gelip elbisesinden tutmak üzereyken Satıkul fırladı ve haykırarak ağlar vaziyette hızlı bir şekilde, doğruca benim gideceğim tarafa yöneldi:
- Ben de gideceğiiim… gideceğiiiim!.. Biraz uzaklaşıp, ‘artık bu tarafa gelmiyor musun’ dercesine, yalvaran gözlerle bana baktı ve ağlamaya devam etti. Ühhüü… ühhüü!..
- Hey, beri gel! Seni yaramaz seni!.. Büyükbüyük annesi ağrıyan eline ikide bir bakarak, öfkesinden dudaklarını ısırıp, sızlanan bir edayla Satıkul’un arkasına gitti. Yok, artık ne yapsam da boş, bu Allah’ın şaşkınına… Yalınayak, başı açık…
Seyde Anam da onları takip edip arkalarına düştü:
- Beri geli kurban olduğum beri gel! diye seslendi. Yarın ikimiz birlikte gidelim!..
O durumda atıma binip de nasıl gideyim. Ya çocuğu bırakıp gitmek, ya da oradakileri razı edip, alıp götürmek gerekiyordu. Sesimi çıkarmadan gidecek olsam, çocuk mutlaka arkama düşüp koşmaya başlayacak gibi görünüyor. Arkamdan ‘birden bire nerden çıka kaldı bu yere giresice adam!’ demeleri kesin. Çocuğu ne yapıp edip yakalayıp annesine teslim edip müşkülden kurtulmak istedim:
- Satış! Beri gel yeğenim! Gel terkime otur bari! diyerek kandırmak istedim. Ancak, Satıkul, iyice inatlaşıp, geleceğine iyice uzaklaştı. Başka çaremiz kalmadı.
- Üç yıldan beri bir kere bile köye gitmedi… diye mırıldandı ihtiyar kadın. Zavallı çocuk, Akcol denince iki gözü dört oluyor!.. Akcollulardan birini görecek olsa kendinden geçip aklı başından gidiyor. Sanki babası mezardan kalkıp da gelmiş gibi seviniyor.
- Ah canımı yoluna verdiğim, yavrum ah!.. Seyde Ana acımaklı bir ses tonuyla konuştu. Baba ocağını, akrabalarını özleyip… Neyse gel haydi, gideceksen git. Eve gel, temiz elbiselerini giy!..
- Heee!.. Kandırıp da beni yakalarsanız?..
- Kandırmıyorum, kurban olduğum, kandırmıyorum. Gideceksen git de gel, ağabeyinin atının terkisine binersin!..
- Hayır!.. Ben yaya olarak gideceğim!.. dedi Satıkul öfkeyle. Paltomu beri bırakın!
- Gerçekten de gönderecek misiniz? diye sordum ben. Gönderirseniz valla iyi olurdu. Hiç olmazsa hasret giderip gelirdi.
- Başka ne yapabilirim ki? O böyle yaptıktan sonra…
Ben Satıkul’a el salladım:
- Satış, de haydi beri gel. Çabuk giyin, gidiyoruz!
Ancak, Satıkul inatla iyice yanını verdi ve gelmek bir yana, iyice uzaklaştı:
- Gel- mi- yo- ruuum!..
Başka çaresi kalmayan Seyde Ana onun paltosunu, kalpağını, çoktan beri giyilmediği için iyice buruşup sertleşen kösele tabanlı ayakkabısını benim koltuğumun altına soktu. Zaten kendisi birinci kelimeyi ikinciye karıştırarak hızlı konuşan biriydi, konuştukları birbirine karışıp, ağlamaklı bir edayla, yalvarırcasına bakıp, yalan dünyadan son anda bulduğu rızkını bana emanet etti:
- Kurban olayım, dedi bana. Hısımlara ulaştır… Akrabaları ile görüşsün, köyünü görsün de hasretini sona erdirip dönsün. Kurban olayım oğlum, yakınlarımızın birine kendin özellikle tembihle… Çocuğun karnı aç kalmasın, sıcak çarpmasın!.. Sonra… Kurban olayım, Tilegen, sen bu tarafa gelirken de, terkine alıp bırakıp gidersin! Satıış!.. Yavrum, öyle yap oldu mu, ağabeyinle tekrar gel!.. Satıış!..
… Atım epeyce bir dinlenip kendine gelmişti. Ayaklarından tıkır tıkır ses çıkararak gelirken yelesi de hafifçe dalgalanıyor ve fazla sarsmadan ilerliyordu. Arada kamçımı şöyle bir sallamanın dışında, atımı kendi haline bırakmıştım. Yerden biraz ot yolup, torbanın içine doldurup, eyer örtümün bir ucunu onun üzerine örtüp, Satıkul’u arkama oturtmuştum. O, eyerin arka ucunu iki eliyle birlikte sağlam bir şekilde tutup geliyor. Sesi de çıkmıyor. İşte, Karasu’nun sallanan köprüsüne ulaştık. ‘Acaba uyuklamaya mı başladı bu çocuk’ diye düşündüm. Eğer uyukladıysa, atım beklenmedik bir şekilde ürkecek olsa, ya da ayağı takılıp tökezlese çocuğun düşmesi mümkün ya. Aklıma gelince arkama dönüp seslendim:
- Satış, uyumadın değil mi? diye sordum.
- Yook.. dedi o. Gerçekten de uyuklamamıştı, çekik gözleriyle bana baktı. Uyumadım, Tilegen ağabey!..
Yakışıklı, esmer tenli, sürmeli patlak gözlü, saf niyetli temiz bakışı ile daha ilk bakışta tanıdık birine babasını hatırlatırdı. Annesine eni topu sadece yüzünün genişliği benziyordu. Mamırbay Ağabey, aynen böyle gözleri sürmeli, zayıf esmer biri idi. Arkadaşları ona Kara Mamırbay derlerdi. Yengeleri ise Şiş Kara diye lakap takmışlardı. Yengelerinin yolundan gidip, küçük çocuklar da Şiş Kara Ağabey diyerek çağırırlardı.
Oynar köprüden geçtikten sonra sola döndük ve gittikçe dikleşen akarsu yatağı boyunca yol aldık. Karasu çağlayarak gürül gürül akıyor. İki tarafı irili ufaklı ağaçların oluşturduğu ormanla kaplı. Akarken oluşturduğu çukurlardaki gürültü, dar vadinin iki yakasında yankılandıkça iki ses birbirine karışıyor ve ortalığı bir uğultu kaplıyor. Etraf serin; çünkü yol boyu hep gölgelik ve suyun buharlaşmasıyla oluşan sis kaplı.
Bulun Sırtı’na ulaşınca küçük yoldaşımla birlikte attan indik. Güneş ikindi vaktine doğru kayıp, yamaçların aşağı kısımlarında alaca bulaca gölgeler oluşmaya başlamıştı. Etraftaki gür otlardan biraz yesin diyerek, gemini çıkarıp, sırtındakileri çözüp, atı bıraktık. Satıkul atın kaçma ihtimaline karşı yularının ucunu tuttu.
Bulun Sırtı, dağ olarak kabul edilmemesine rağmen epeyce yüksek bir geçide sahip. Etrafta yer yer küçük tümsekler oluşturarak yetişebilen bodur çalılar var. Başka yerlere göre daha geniş ve açık bir yer. Buradan Üçkurt, Malkaldı, Akcol vadileri tamamıyla avucun içinde gibi görünür.
- Aaa!.. Akcol… Baksana Tileğen ağabey, Akcol!.. Satıkul büyük bir sevinç içinde ben burayı ilk defa görmüşüm gibi, eliyle işaret ederek kendinden geçercesine konuşmaya devam etti. İşte, aaa bizim dam!.. Minbay amcanın damı… Nurkulların damı… Aaa… hâlâ yerinde duruyor. Nurkul ve ben, işte şurada oynar, olgun- ham demeden meyve yerdik!..
- Nurkul şimdi de ordadır, dedim ben. Ancak darı daha koçan bağlamamıştır, meyveler de hamdır.
- Biliyorum, dedi Satıkul. Biz Nurkul ile birlikte baharda nehre olta atardık!.. Yaa, işte o oltaların birine takılan balığı görseydin Tilegen ağabey, ne kadar da büyüktü. Sonra öğle üzeri nehirde biz kendimiz balık gibi yüzüp oynardık… O zaman gerçekten de çok güzel oluyordu!..
Sıra sıra ağaçlar, kenarında söğüt ve kavaklarla uzun boylu kamışların dizildiği arıklar, gelişigüzel bölünmüş sekili bahçeler, dört bir tarafa uzayıp giden eğri büğrü yollar, kamış çatılı tümsek tümsek beyaz evler, gönlüne hasret dolan çocuğun gözüne öz annesinin şefkat dolu bakışları gibi sıcak, kutsal görünüyordu.
Satıkul’un siması ne kadar da çok parladı; sadece sağanak halinde yağan yağmur sonrası beyaz bulutların arkasından arzı endam ederek etrafa ışık saçan yaz güneşi, o bakışlara denk gelirdi. İri gözleri iyice açılıp, kirpikleri kıpır kıpır ederek etrafa mutluluk saçtı. Boynunu uzatarak ileriye doğru, Akcol tarafından gözünü alamadan bakarken içten içe sevince gark oldu. Kaderin cömertliği ona şimdi iki kanat verecek olsa, doğduğu yerin üzerinde yüz defa, bin defa kanat açıp uçmaya hazır. Öyle yapsa bile neşesi tam yerine gelmeyecek, hasreti bitmeyecek gibi göründü!..
Onun o halini hissedip, benim içime nedendir bir hüzün doldu.
- Eee, söyle bakalım Satış, köyünü özledin mi? diye sordum. Çocuk hâlâ gözlerini Akcol tarafından alamadan yavaşça başını salladı.
- Hı hı…
- Eee Satış, günlük hayat nasıldı evde?..
- Hıı.. Güzeldi. Ben her zaman anneme Akcol’umuza gidelim desem de, o hiç oralı olmuyordu… Güzün gideriz diyor. Sonra kendi işine dalıyor. İşte o zamanlar gizli gizli ağlardım… İşte o zamanlar… Tilegen ağabey… o zaman ben türkü söylerdim. Sana da söyleyeyim mi?
- Ya!.. Haydi öyleyse, nasılmış. Söyle bakalım Satış!..
Kırlarda biten gül olsam,
Külük ata binip yol alsam…
Dizginini çekip atımın
Aah,
Köyüme bir kavuşsam!..
Etekte yetişen gül olsam
Eşeğe binip yol alsam
Dizginini çekip eşeğin
Aah,
Elime bir kavuşsam!..
Gönlüm iyice boşaldı. Ağlamamak için kendimi zor tuttum ve çocuğu birden kendime çekerek, alnından birkaç defa öptüm! Yaşı küçük olsa da, kurnazlıkta, yalan-dolan bezinde hâlâ tarağı olmayan bu çocuk, akrabalarını- akranlarını arzuluyor, göbeğinin gömüldüğü yeri, adımını ilk attığı mekânları delicesine özlüyordu! Böylesi yavruların, olgunluk çağına geldiklerinde, avuç içi kadar bir köye değil, Kırgızların tamamına faydalı olan, memleketinin işine yarayan birer koç yiğit olmaları neden zor olsun?! Böylesi gençlerimizin, yalan dünyanın işlerine dalıp orada burada gezmek yerine, damarı toprağın bağrına gömülen bir ağaç gibi kendi toprağında dallanıp budaklanıp, kendi memleketinde meyveye durup, halkının kârını artıran kutlu birer adam olacakları ay gibi aşikâr!..
Bu düşünceler içinde biraz sonra külük atımızı yavaş yavaş sürerek, sokaklarından anne şefkati dökülen, adamları değil, otları-ağaçları, nehrinin kenarındaki iri taşları bile gönülde saygı uyandıran, kamışların tepesini sağa-sola oynatan hafif rüzgârı derdimize deva gibi gelen, bacalarındaki duman rızık ve bereket kokan, doğduğumuz yere; memleketimiz Akcol’a ulaştık...