senarist, yazar
HAKKINDA YAZILANLAR
Romancı Mehmet Uyar'ın Gönül Yolculuğu: Bir ışığın peşindeyim
Mustafa Nadir Önay
Özgür ve Bilge y.1 s.4 Mayıs 2002
Edebiyatımızın yeni ve güçlü kalemlerinden Mehmet Uyar ile ilham kaynaklarını, arayışlarını, edebiyat hakkındaki düşüncelerini konuştuk.
Biz sizi birkaç yönünüzle tanıyoruz: öğretmenliğiniz, romancılığınız, televizyon ve sinema eserlerinizle. Sizi hangisiyle tanımlamamız daha doğru olur?
Hayatımda romancılığımın ayrı bir yeri vardır. Kendimi daima bir roman yazarı olarak gördüm. Her ne kadar sinema ve televizyon filmi senaryolarında aynı ciddiyeti ve samimiyeti göstersem de romancılığım başka... Hattâ, senaristliğimde bile bu romancı tarafımın etkin olduğuna inanıyorum.
Galiba sizinki de dünyada ve Türkiye’deki birçok yazarın âkıbetine benziyor—yani sürekli olarak asıl sahanızda değil, başka iş sahalarında çalışma zorunluluğu.
Roman yazmak benim en büyük tutkum, amacım, heyecanım. Eşyaya ve olaylara bir romancı duyarlılığıyla bakmak. Romanı yaşamak ve bunu sözcüklere dökememenin sıkıntısını duymak... Yıllarca bunu yaşadım. Çoğu kez, başka kaygılarla televizyon metinleri, film senaryoları yazdım. Parça parça hayallerle bölündüm. Bölündükçe uzaklaştım romandan. Ama her uzaklığa rağmen, roman içimde kanayan bir yaraydı, gizli bir sevdaydı. Roman yazmaya oturduğumda toparlamam epey zamanımı alıyordu. Yani, bütün bu çalışma telâşı içinde roman yazmaya zaman arıyordum. Bazan fırsat da buldum. İşte bulduğum o fırsatlarda yayınlanan beş romanım ortaya çıktı.
Bu cevabınızdan sonra bizim de önceliği romana vermemiz çok tabiî hale geldi. Bu konuya şöyle bir soruyla başlayalım; Dostoyevski kendisi ve dönemi romancıları için “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık” gibi bir ifadeyle ilham kaynağını belirtmiş oluyor. Sizin de böyle bir ilham kaynağınız ve usta bellediğiniz bir romancı oldu mu?
Bu konuda tek bir isim söylemek zor. O kadar fazla ki esinlendiğim, etkilendiğim ve sevdiğim ustalar, şimdi sıralayacak olsam uzar gider isimleri. Ama benim romancılığımda en çok etkisi olan, bende roman yazma hevesini kamçılayan isimlerin başında Knut Hamsun gelir—bana Norveç’in fiyortlarını, dağlarını sevdiren şair ruhlu romancı. Daha sonra Dostoyevski, Marcel Proust, Kafka, Samuel Beckett… Bizim edebiyatımızda ise Peyami Safa ve Kemal Tahir...
Bu isimler gösteriyor ki, Kemal Tahir haricindekiler içe dönük yazarlar. Daha doğrusu, romanlarında hep bir iç yolculuğu anlatan yazarlar. Sizi de iç yolculuğu yapan bir yazar olarak görebilir miyiz?
Bence bu romanın asıl tanımıdır. Roman zaten bir iç yolculuğudur.
Bu yüzden mi son romanınızın adı Gönül Yolculuğu oldu?
Evet. Aslında bu romanımda romana bakışım, roman anlayışım özetlenmiş durumdadır. Roman nesneler ve görüntüler yığını değildir. Roman öznel bir bakışla canlanan yeni bir hayattır.
Evet, romanlarınızı okuyanlar bunu rahatlıkla fark edeceklerdir. Fakat benim dikkatimi çeken başka bir husus oldu. Birçok romancımızda bu iç yolculuk esnasında kullanılan atmosfer hep belirli mekânlara hapsedilmiş olarak yer alıyor. Fakat sizin romanlarınızda, özellikle belirteyim, Efsane Sır ve Gönül Yolculuğu’nda aydın çevreler, kalabalık şehir hayatı, oradan sade halk ve taşra derinlemesine gidilip gelinen mekânlar olarak gözümüze çarpıyor.
Her romancı, eserlerinde kendi hayatından ipuçları verir. Romanlarında yaşayan karakterler daha çok kendisidir ve kendi yaşadığı mekânlarda gezer. Bu iki romanımda ve diğer romanlarda da kendi hayatımdan izler bulunuyor. Evet, ben şehirde yaşıyorum, ama köyümden, çocukluğumun geçtiği yöreden kopmuş değilim. İçimde kopmaz bağlar var. Aslında şehir ve köye sürekli gelip giden, köy ve şehir atmosferini sürekli yaşayan biriyim. Bu yüzden bir yanım taşralı, bir yanım şehirli. Bir yanım aydın, bir yanım çocuk. Böylesi ruh halinde doğan gözlemlerim, izlenimlerim de ister istemez romanlarımın içeriğini oluşturuyor. Hep düşünen, arayan, kendisini bulmaya, kendisi olmaya çalışan biri olarak hayal ettiğim olaylar içinde geziyorum. Bu yönüyle kendimi gezgin gibi hissediyorum—bir düş gezgini. Sürekli keşifler yapan, yaptığı keşiflerin heyecanıyla mutlu olan bir gezgin…
İlk romanınız Karmaşa’da kitaplarla hayat, gerçekle hayal, müşahhasla mücerret arasında gidip gelen bir insanın hikâyesi var. İkinci romanınız Efsane Sır’da tarihle bugünün, dünle yarının muhasebesi ve bu muhasebeden çıkan bir işaretin sonuçlarını görüyoruz. Kayıp Ocak’ta ise tamamen sizin o bahsettiğiniz kaybedilen bir çocuk yanınız öne çıkıyor. Yeşil Mesnevî ve Gönül Yolculuğu ise kendini arayışın bir hikâyesi... Ben böyle değerlendiriyorum; bilmiyorum, yanılıyor muyum?
Tespitleriniz, romanlarımın birer cümleyle özeti diyebilirim. Söylediğiniz gibi, romanlarımda bir arayış her zaman var. Kimi romanlarımda bu arayış daha da belirgin. Yine romanlarımda şehir ve taşra dünyası, bu iki dünya arasında gelip gitme, bu iki yan sürekli var. Ama bütün bunların özünde, tabiat karşısında var olma mücadelesi veren bir insanın hikâyesi gizli. Ben insanım, bir hayat yaşıyorum. Bu hayat kimi zaman büyük bir karmaşa olabiliyor. Ben bu karmaşa ortasında ruh dünyama, tarihe, efsanelere, masallara pencereler açıyor; var olan karmaşayı onarmaya çalışıyorum. Karmaşayı sükûna erdirecek bir ışığın peşindeyim. Bu ışığı gönlümde duyuyor, görüyor, kimi zaman da yaşıyorum ve realiteye taşımak istiyorum. Roman yazarken kendime şöyle yukarıdan baktığımda böyle bir kıvranışı görüyorum.
Yani geleneksel dünyadan modern dünyaya fizik olarak geçmiş, ama ruh kökü olarak hep maziye bağlı kalmış birisinden mi bahsediyoruz, yoksa ikisi arasında gidip gelen, ama ne o olabilmiş, ne bu olabilmiş birisinden mi?
İçimde köyümden, yerli kültürümden kopmayan bir tarafım var. Yani köylü tarafım… Bir Anadolu insanı olarak kalmak istiyorum. Modern dünyanın büyülü baskısında ezilmemenin mücadelesini böylece vermek, içimde duyduğum yerli kültürümü ve ruhumu en yerli üslûpla, en coşkun ifadelerle göstermek istiyorum.
Evet, çağımızda Türk aydınının iki yüzyıldır bir türlü üzerinden atamadığı bir bunalım var. Kendimize güvenemiyoruz. Batılı değerler karşısında ezildikçe eziliyoruz. Onlara kendimizi kanıtlama, sunma telâşı içindeyiz. Bu da kendi kültürel dünyamızı bilmememizden kaynaklanıyor. Bizim iç güvenimizi sağlayan kültürel âbideleri ismen biliyoruz, ama anlam olarak uzağız. Bir Dede Korkut, bir Mevlânâ, bir Hüsn ü Aşk, bizim egemen Batı kültürü karşısında en büyük güven dayanaklarımız…
Romanlarımda aydınımızın bu kültürel bunalımını dile getirmeye çalıştım. Efsane Sır ve Gönül Yolculuğu, aslında Türk aydının trajik hikâyesi. Modern dünya karşısında bocalayan, var olmaya çalışan, arayış içindeki Türk aydınının hikâyesi.