 
                                            emekli asker, yazar
GÖRÜŞ
Strateji ve tarihî tecrübeler ne diyor?
ŞENOL ÖZBEK 
EMEKLİ YARBAY 
ZAMAN 30 Ekim 2007
Osmanlı, dinamik devlet yapısı içinde Kosova önlerine kadar gitmek için harcayacağı güç ve enerjiyi doğrudan İstanbul üzerine teksif etseydi, muhakkak ki bu fetih daha erken gerçekleşebilirdi. Ama bu yapılmamış, zaman zaman yapılan taciz ve kuşatmalara rağmen fetih için 1450'li yıllara gelinmesi beklenmiştir. Bunun sebebi açıktır: Bir yandan, bu süreçte Bizans'ın içinde teşkil edilen Müslüman Türk mahalleleri ve burada görevlendirilen gönül ehli insanlarla Bizans önce içten fethedilmiş, diğer yandan da şehri fethetmekten ziyade fethettikten sonra elde tutmak konusunda stratejinin emrettiği şartlar oluşturulmuştur. Bu tahmin değil, tarihî bir gerçektir ve en büyük delili de Fatih Sultan Mehmet'in, "İstanbul'u elinde bulunduran ülkenin savunma hattı Tuna'dır" sözüdür. Şartların oluştuğuna kanaat getirildiği, yani bir yandan savunma hattı olarak görülen Tuna'nın kontrol altına alındığı, diğer yandan ise Bizans'a "kardinal şapkası görmektense, Türk sarığı görmek isteriz" sözünün söyletildiği gün şehir fethedilmiştir. Bu süreç, Osmanlı Devleti'nin kuruluş felsefesine de damgasını vuran yüksek stratejinin uygulanması konusundaki en önemli örneklerden biridir. İşte o stratejinin fikirle süslenmiş hali sayesindedir ki, farklı dil, din ve ırklara mensup unsurlar, yine aynı stratejinin argümanlarıyla süslü "Türk'ün etrafında birlik projesine" dayalı devlet çatısı altında bir arada, mutlu ve müreffeh yaşatılabilmiştir. 
Atatürk'ün güvendiği bölge insanını kaybettik 
Günümüzde yine aynı İstanbul'u elinde bulunduran devletimizi idare eden, lakin yüksek stratejinin emrettiği tarihi arka plan fikrine yabancı olan idarecilerimizin ise, uçaklarımızın Tuna semalarına kadar gitme kabiliyetini analiz edebilmesi için, Bosna olaylarının ortaya çıkması gerekmiştir. Sonuçta, bu imkân ve kabiliyete sahip olmadığımız ortaya çıkmış, dolayısıyla tarihi arka plan fikrine dayalı stratejilerden habersiz olduğumuz anlaşılmıştır. Yaşadığımız olaylardan kendimize ders çıkarmamız ve ani bir refleks ile tarihi arka planı yeniden mercek altına yatırmamız ve dolayısıyla ciddi bir strateji değişikliğine gitmemiz gerekirken, bu yapılamadığı ya da yapılmadığı için, arka planın bizi mercek altına yatırması gibi komik ve enteresan bir durum oluşmuştur. Bugün, gerek terör ve gerekse Irak olayları ile ilgili olarak önümüzde duran fotoğrafın, ana hatlarıyla ve sebep sonuç ilişkilerine dayalı tasviri budur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti halen, tarihi arka plan fikrine yabancı bir eda içinde, aynı sülalenin ve hatta aynı ailenin, İngiliz Subaylarınca çizilmiş olan sınırın kuzeyinde kalanlarını Türk, güneyinde kalanlarını ise Kürt şeklinde niteleyen ve güneyde kalanların daha güneyinde Türk bulmak sevdasına tutulan idarecilerden kaynaklanan sıkıntıları yaşamaktadır. Güneyi kucaklayıp bağrına basmadan, onun daha güneyini nasıl kucaklayabileceğimizin teknik izahını ise bu güne kadar kimse yapamamıştır. 
Güney sınırının tespiti için yapılan görüşmeler esnasında Atatürk, Irak'ın kuzey bölgesinde yaşayan halkın Türkiye'ye katılmak istediğinden o kadar emindir ki, güney ya da daha güney ayırımı yapmaksızın bölgede plebisit yapılmasını istemiştir. Bunun uygulamaya konulması İngiliz siyaseti sayesinde engellenmiştir. İşte tam burada üzerine kafa yormamız gereken husus, Türkiye'ye katılma isteği hususunda dün Atatürk'ün kendisinden emin olduğu, bunun doğal sonucu olarak da daha sonraki yıllarda Türkiye'nin manevi vatandaşı konumuna gelmesi gereken bu kitlenin, ne yapılarak ya da ne yapılmayarak başka güçlerin kucağına itildiğidir. 
Devlet hayatında keşkelerin yeri yoktur. Ama keşke Türkiye, Saddam bu kitlenin üzerine saldırdığı zaman da sınıra asker yığabilse ve tarihi akrabalık bağları ile bağlı olduğu bu kitlenin telef edilmesine asla göz yummayacağını bütün dünyaya açıklayabilseydi. Keşke Türkiye, Ermenistan Karabağ'da Azerileri katlederken de sınıra asker yığabilse ve Ermenistan'ın Karabağ'ı derhal terk etmemesi durumunda sınırı tanımayacağını bütün dünyaya haykırabilseydi. Daha doğrusu keşke Türkiye o günlere hazır olabilseydi. Olamazdı, çünkü öyle bir vizyona sahip değildi. Hayali iç tehdit değerlendirmeleriyle yıllarını heba eden, tarihi arka plandan bahseden insanlara devlet eliyle ırkçı, Turancı, ümmetçi yaftalarını yapıştıran, kendi insan gücünü tehdit ve tehlike olarak gören bir Türkiye'nin o günlere hazır olması hayalden öteye gidemezdi... 
Geldiğimiz nokta itibarıyla, iç içe geçmiş, hepsi birbiriyle yakından ilgili bir sorunlar yumağı önümüzde durmaktadır. Türkiye ya bu sorunları profesyonel kadroların elinde ve stratejinin ışığında nihai çözüme kavuşturacak ve kemiyette olmasa bile keyfiyette büyüyecek, ya da çözüme kavuşturamadığı takdirde hem kemiyet hem de keyfiyet itibarıyla küçülecektir. Burada maksadımız felaket tellallığı yapmak değil, felaket tellallığı yapanların Türkiye'yi hangi kavşak noktasına getirdiğinin tespitini yapmaktır. Daha dün, terör örgütü mensuplarının dağlarda silahla değil gitarla gezdiği ve çok sanatsever çocuklar olduğu imajını yaymaya çalışanlar, bugün, hedefin doğrudan doğruya Barzani olması gerektiğini dillendirmektedir. Daha da enteresanı, hükümetin ısrarla, hedefin ne Irak ne de başka bir grup değil doğrudan doğruya terör örgütü olduğunu ısrarla vurgulamasına rağmen, doğrudan Barzani'nin hedef alınması yönündeki bu çağrı, devlet içinden destek görebilmektedir. Türkiye, kısa bir zaman dilimi içinde, anayasa değişikliği de dâhil olmak üzere hangi reformları yapması gerektiğinin tartışmasını yapan bir ülke olmaktan çıkmış, doğrudan Barzani, Irak ve hatta ABD ile çatışmanın içine doğru sürüklenen, akıllı ve mantıklı olunması gerektiğini söyleyenlerin korkaklık ve hainlikle suçlandığı, şuurun sesinin sessizliğe mahkûm edildiği bir ülke konumuna gelmiştir.
1877-1878'de Mithat Paşa ve avaneleri 
Sözlerimizden, ABD ve onun projeleri karşısında teslimiyetçi bir tavır sergilenmesi ve terör örgütünün bölgedeki faaliyetlerinin görmezden gelinmesi yönünde bir mana çıkarılmamalıdır. Başka bir ülke topraklarında da olsa terör örgütüne karşı operasyon yapılması başka şeydir, o ülkede yaşayan gruplarla çatışmayı göze almak daha başka bir şeydir. Şu hususun bilinmesinde fayda vardır ki, başka bir ülkede gerçekleştirilecek herhangi bir operasyonun, o ülkedeki yerli unsurlarla desteklenmedikçe başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu kaidenin kesinliği ortada iken, eski Irak anayasalarında da "Kürt Otonom Bölgesi" olarak tanımlanan bir bölgede yaşayan insanların, yetkili ve yetkisiz ağızlarca sürekli aşağılanmasının Türkiye'ye nasıl bir avantaj sağladığı hâlâ anlaşılabilmiş değildir. Bu mantığın ve aynı mantığın yönlendirdiği askerî bir operasyonun, Türklerle Kürtlerin yüzyıllara dayanan birlikteliğine ve yaşadığımız bölgedeki istikrara nasıl bir darbe vurabileceği ayrıca irdelenmelidir.
Türkiye, iç dengelerini de sarsacak şekilde, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi öncesinde oluşturulan şuursuzluk zeminine doğru kaymaktadır. Bu savaş öncesinde de Mithat Paşa ve avaneleri, savaş kararına imza atmak istemeyen padişahı korkaklık ve hainlikle suçlamaya kalkmış, önce medrese talebelerini, daha sonra halkı sokaklara dökerek padişahı savaş kararını imzalamak zorunda bırakmıştır. Neticede tarihin en büyük toprak kaybıyla baş başa kalınmış ve Osmanlı'nın yıkılışının temelleri atılmıştır. Aynı savaşın, güya savaştan galip çıkan Rus Çarlığı'nın yıkılış sürecini de başlattığı unutulmamalıdır. Savaş, her hal ve şart altında en son tercih edilen yöntem olmalıdır. Sun-Tzu'nun "düşmanı savaşmadan yenmek ustalığın doruk noktasıdır" sözünü sürekli hatırlamak ve hatırlatmakta fayda vardır. Kitle mantığı açısından üzerinde durulması gereken bir başka konu ise, böyle bir operasyon ile terörün ve terör örgütünün kökünün kazınacağı şeklinde kamuoyunda oluşan ya da oluşturulan yanlış kanaattir. Terör örgütünün, gerekli hazırlıkları yapmak için uygun olan bir bölgeyi kendisine mesken tutmuş olması muhakkak ki önemlidir ama Türkiye'nin, nerede ve hangi hazırlığı yaparak gelirse gelsin, nereden gelirse gelsin, geleni geldiğine pişman edecek bir terörle mücadele konseptine kavuşamamış olması bundan çok daha önemli ve sorgulanması gereken bir husustur.